İMO Başkanı Şenel: Deprem doğa olayı olarak kalsın, felakete dönüşmesin

İnşaat Mühendisleri Odası Denizli Şube Başkanı Prof. Dr. Şevket Murat Şenel, Elazığ ve Malatya’da yaşanan deprem sonrası yaptığı değerlendirmede önemli konulara dikkat çekti. Türkiye’nin her 10 yılda 7-8 bin evladını depreme kurban verdiğini belirten Prof.Dr. Şenel, akıl ve bilimle depremin bir doğa olayı olarak kalmasının sağlanabileceğini söyledi.

İMO Başkanı Şenel: Deprem doğa olayı olarak kalsın, felakete dönüşmesin
  • 28 Ocak 2020, Salı 15:11

Yazılı açıklama yapan Şenel, önemli konulara dikkat çekti. Depremin yıkıcılığının önlenmesi için acil çözümler üretilmesi ve önlemler alınması gerektiğini belirten Prof.Dr. Şenel, Türkiye’nin her 10 yılda bir 7-8 bin evladını depreme kurban verdiğini, ancak bunun önlenebilir olduğunu söyledi, “24 Ocak 2020 tarihinde Elazığ/Sivrice’de meydana gelen ve 41 vatandaşımızın hayatını kaybettiği, binden fazla vatandaşımızın yaralandığı 6.8 büyüklüğündeki Depremin yaralarını sarmak için ülke olarak mücadele ediyoruz. Yeni bir depremin yine bir felakete sebep olduğunu görmek mesleğimiz açısından üzüntü verici. 2011 yılında Van’da meydana gelen depremlerde 644 vatandaşımızı kaybetmiştik ve binlerce binamız yıkılmıştı. 2003 Bingöl depreminde 176, 2002 Afyon depreminde ise 45 vatandaşımızı toprağa vermiştik. Bu depremlerden sadece birkaç yıl önce yaşanan ve asrın felaketi olarak adlandırılan Marmara depremlerinde ise 18 bin vatandaşımızı kaybetmiştik. Son yüzyıl içinde Anadolu’da meydana gelen depremlerde hayatını kaybedenlerin sayısı 80 binden fazla. Sadece son 30 yılda meydana gelen depremlerde meydana gelen can kayıplarımız 20 bini aşıyor. Bu rakamlar neredeyse her 10 senede bir 7-8 bin vatan evladını depreme kurban verdiğimizi gösteriyor” dedi.

Şenel’in açıklamasının önemli bölümleri şöyle:

2000’DEN ÖNCE İNŞA EDİLEN BİNALARA DİKKAT
“Elazığ ve Malatya’yı etkileyen 6.8 büyüklüğündeki depremde meydana gelen can kaybı çok daha fazla olabilirdi. 200’den fazla binanın yıkıldığı, 1500’den fazla binanın ağır hasar gördüğü bu depremde çok daha ağır bir bilanço ile karşılaşabilirdik. Hayatını kaybeden vatandaşlarımıza Allahtan rahmet, yaralananlara ise acil şifalar diliyoruz. Artık fayların yerini, nerden geçtiğini, zeminin özelliklerini adımız gibi bilmemize rağmen yine de meydana gelen yıkıma engel olamadık, kısır tartışmaları bir kenara bırakıp risk oluşturan ve etrafına ölüm saçan binalara odaklanmamız gerektiğini göremedik. Usulüne uygun şekilde projelendirilen, denetlenen ve inşa edilen binaların fayın üzerinde bile olsa yıkılmadan ayakta kaldığını anlatamadık. Bir kez daha gördük ki 2000’li yıllardan önce inşa edilen, malzeme kalitesi yetersiz, mühendislik hizmeti almamış binalarımız yine ciddi biçimde hasar görüyor ve can kayıpları da, yıkımlar da bu binalarda meydana geliyor. Zemini göreceli olarak daha iyi olan Mustafa Paşa Mahallesinde de durum böyle, eskiden ova olduğu bilinen ve daha kötü zemin özelliklerine sahip olduğu bilinen Sürsürü mahallesinde de. Yaşanan can kayıplarının neredeyse tamamının bu türden eski ve kalitesiz binalarda meydana gelmiş olması bina stokumuzun yumuşak karnının neresi olduğunu göstermesi bakımından önemli. Kısacası Elazığ depremi yapısal hasarlar bakımından bize yeni şeyler söylemiyor. Ama doğu Anadolu fay hattına daha fazla dikkat etmemiz gerektiğini, önümüzdeki yıllarda bu fayın canımızı acıtacak çok şiddetli depremler üretebileceğini gösteriyor.”

DEPREMDEN DAHA HIZLI KOŞAMAYIZ
Ülke olarak bir şeyler yapmaya, yasalar ve yönetmelikler yayınlamaya, stratejiler geliştirmeye çalışıyoruz ama bu can kayıpları, bu rakamlar depremden daha hızlı koşamadığımızı, depremin önüne geçemediğimizi gösteriyor. Ya bir şeyleri yanlış yapıyoruz, ya eksik yapıyoruz, ya da yapmakta geç kalıyoruz. 

MÜTEAHHİTLİK YÖNETMELİĞİNİ ÖNEMSİYORUZ
Türkiye’nin depremle mücadelesini bir zincirin halkaları gibi düşünebilirsiniz. İyi mühendislik, yapı ve zemin davranışını göz önüne alan doğru proje, doğru malzeme kullanımı, uygulamanın doğru şekilde yapılması (yani iyi müteahhitlik) ve doğru yapı denetim bu zincirin halkalarından her birini oluşturuyor. Halkalardan birindeki zayıflık zincirin oradan kopması ve depremin felakete dönüşmesi anlamına geliyor. Bu halkaların standardını belirlemek ise mevzuatlarımızın, yasalarımızın ve yönetmeliklerimizin görevi ama ne mühendisliği ne de müteahhitliği düzgün bir şekilde tarif eden yasalarımız yok. Yasası bile olmayan, inşaat sektörünü bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler anlayışlına terk eden bir müteahhitlik anlayışı bu zincirin her zaman en zayıf halkası oldu. 2019 yürürlüğe giren müteahhitlik yönetmeliğini bu ortamda önemli bir adım olarak görüyoruz ve destekliyoruz. 

ACIPAYAM’DA DASK’LI BİNA SAYISI 24’TÜ…
Çoğu zaman yasalar ve yönetmelikler yayınlamak da yeterli olmuyor. Türkiye deprem sigortası uygulamasına geçeli yıllar oldu ama Acıpayam depremi hasarlı evlerden sadece 24 tanesinin DASK sistemi içine alınabildiğini acı bir şekilde gösterdi. Demek ki yeni planlar yapmak, mevzuatlar yazmak ve yayınlamak yeterli olmuyor, koyulan hedefe her sene kaç adım yaklaştığımızı ölçmek de gerekiyor. Dümeni sağa ya da sola çevirmek bizi hedefe ulaştırmaya yetmiyor, yol almak için küreklere asılmak gerekiyor. 

İMAR AFFINI ANLAMAKTA ZORLANIYORUZ
2017 yılında dönemin Çevre ve Şehircilik Bakanı Sayın Mehmet Özhaseki 2000’li yıllardan önce inşa edilmiş 15 milyon civarında bina bulunduğunu, bunların en az yarısının (yani 7-8 milyon binanın) riskli olduğunu ve yenilenmesi gerektiğini ifade etmiş ve belediyeleri imar planlarını delen uygulamalara çanak tutmamaları yönünde bizzat kendisi uyarmıştı. Sayın bakanın bu uyarısının üzerinden 2 yıl dahi geçmeden uygulamaya koyulan imar affı düzenlemesini anlamakta ve açıklamakta zorlanıyoruz. Kaçak katlar çıkarak rant peşinde koşanların ekmeğine yağ süren ve büyük çoğunluğu ilk depremde vatandaşlarımıza mezar olacak sorunlu binaların sisteme kazandırılmasına çanak tutan bu düzenlemeyi asla doğru bulmuyoruz. Şimdiki bakanımız sayın Murat Kurum’un son yaptığı açıklamalardan acilen müdahale edilmesi ve dönüştürülmesi gereken bina hedefinin 1.5 milyona çekildiğini ve her sene 300 bin bina dönüştürmek sureti ile 5 yılda bu binaların dönüştürülmesinin hedeflendiğini anlıyoruz. Öte yandan 2019 yılında tamamlanan ve teslim edilen sosyal konutların sayısının 50 binden daha az olduğunu ve 2020 yılı için hedeflenen sayının ise 65 bin civarında olduğunu anlıyoruz. Riskli ve dönüştürülmesi gereken bina sayısının 7-8 milyon değil de 1.5 milyon olduğunu kabul etsek dahi bu hızla söz konusu binaları dönüştürmek için en az 20-25 yıl gibi bir süreye ihtiyacımız olacağı anlaşılıyor. Daha önce de belirttiğimiz gibi istatistiksel olarak her 10 yılda depreme 7-8 bin evladını kurban veren bir ülke için bu süreler ne yazık ki çok uzun. 

TOKİ’NİN ÖNCELİĞİ DEPREM BÖLGELERİ OLMALI
Ayrıca uygulanan yöntemin yaraya merhem olabilmesi için bazı soruların cevabını da düşünmemiz gerekiyor. TOKİ eliyle inşa edilen bu konutları yapmamızın asıl amacı nedir? Amaç riskli binaları dönüştürmek midir yoksa dar gelirli vatandaşlarımızı ev sahibi yapmak mıdır? Yoksa bir taşla iki kuş vurmak ve her iki sorunu da aynı anda çözebilmek midir? Bakanlık tarafından ilan edilen ve il il başlatılan toplu konut projesi sayıları, esas amacın daha ziyade dar gelirli vatandaşları konut sahibi yapmak olduğu izlenimini veriyor. Elazığ ve Malatya bölgesinde ciddi bir depremin beklendiğini, özellikle sivrice bölgesinde riskin arttığını yer bilimciler uzunca bir zamandır ifade ediyordu. Fakat 2019 yılında TOKİ tarafından başlatılan 65 bin konut projesi içinde Elazığ’a 640, Malatya ya ise 815 bağımsız birim ayrılması, söz konusu hedefler belirlenirken deprem tehdidinin öncelikli parametre olarak ele alınmadığını gösteriyor. Üstelik koyulan hedefin riskli binaları yıkmayı değil de sadece yeni binalar yapmayı hedefliyor olması da ayrı bir problem. Bugün 1999 yılında meydana gelen depremde hasar gördüğü tespit edilen bazı binaların dahi hala yıkılamamış olması, bazılarında hala oturulmaya devam edilmesi, bakış açımızın değişmesi gerektiğini gösteriyor. Yaşanan yıkımlar ve can kayıpları depreme hazırlıklı olmak adına sadece kaç bina yapmamız gerektiğini belirlemenin yeterli olmadığını, her sene yıkılması gereken binaları da belirlememiz gerektiğini gösteriyor. Deprem olmadan dahi göçen ve çevresine ölüm saçan bu yapılar şehirlerimizin can kaybı riski en yüksek potansiyel afet noktalarını temsil ediyor. Yapılan sosyal konutlara yerleşen vatandaşların boşalttığı bu türden riskli binalara başkalarının yerleşmesi, sorunu çözdüğümüz anlamına gelmiyor. Vatandaşın talebine bırakılarak yürütülen kentsel dönüşüm faaliyetleri de ne yazık ki bu binaların tespit edilip yıkılabilmesine yetmiyor. Bu noktada kesin bir şekilde yerel yönetimlerin iradesine ve devletin yerel yönetimlere vereceği desteğe ihtiyaç var. Çünkü bu binaların hepsi de daha ilk depremde Elazığ örneğinde olduğu gibi Dilek apartmanı veya Mavi Göl Apartmanı olarak karşımıza çıkıyor ve pek çok vatandaşımıza mezar oluyor.

DEPREM BİR DOĞA OLAYI OLARAK KALABİLİR
Elazığ depremi bize bir deprem ülkesi olan Türkiye’nin önceliklerinin ne olması gerektiğini ve neye yatırım yapması gerektiğini net bir şekilde göstermiştir. İnşaat Mühendisleri Odası olarak çabamız ve mücadelemiz depremin bir doğa olayı olarak kalması ve artık daha fazla felakete sebep olmamasıdır. 
 

Beğendim 0 Muhteşem 0 Haha 0 İnanılmaz 0 Üzgün 0 Kızgın 0

SEN DE DÜŞÜNCELERİNİ PAYLAŞ!

Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, pornografik, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.


yükleniyor

BU HABERİ OKUYANLAR BUNLARI DA OKUDU

yukarı çık